İklim krizi, dünyanın dört bir yanında tarımdan göçe, ekosistemlerden siyaset ve ekonomiye kadar çok boyutlu etkilerle insanlığı derinden sarsıyor. İnsan etkisiyle değişen ekolojik koşullar ve iklim şartları, öncelikle daha kırılgan ve daha yoksul topluluklara tesir ederken, sömürgeciliğin tarihî mirası “iklim adaletsizliği”ni daha da derinleştiriyor.

2016 yılının sıcak bir ilkbahar günüydü. Eşimle birlikte on gündür Fas’ı geziyorduk. Meknes’te mola vermiş, ardından kadim Fes şehrine doğru yola çıkmıştık. Şoförümüz ve rehberimiz Hüsameddin, Fes şehrinden bir doktora öğrencisiydi. Gördüğümüz manzara nefes kesiciydi. Mart ayı olmasına rağmen havalar çoktan ısınmaya başlamış, tabiat yeniden yeşermeye, Kur’an’ın diliyle dirilmeye başlamıştı. Ufka uzanan badem ağaçlarının çiçekleri ve onları tek tek ziyaret eden arılar görülmeye değerdi. Dikkatimizi çeken diğer ilginç bir olay ağaçların tepsindeki keçilerdi. Keçiler ağaçları âdeta işgal etmiş; üzerinde besleniyorlardı.Keçiler, sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, ağacın ince dallarının üzerinde güvenle dengede duruyorlardı.

Fas’ın kurak bölgelerinde manzara sert ve yiyecek kıttı. Yıllık yağış miktarı ancak 300 milimetreye ulaşıyor ve yerde yiyecek çok az şey bırakıyordu. Bu yüzden keçiler uyum sağlamıştı. Bu sahne, doğanın en zorlu ortamlara bile uyum sağlayarak kendi yolunu nasıl bulduğuna dair derin bir hatırlatmaydı. Keçiler ağaçlara uzanarak kurak arazide hayatta kalmayı öğrenmişlerdi. Bu azim, uyum sağlama ve hayvanlar ile ekosistemleri arasındaki hassas dengeye dair bir dersti. Şahit olduğumuz bu olay karşısında, ağaçlar, keçiler ve toprak olmak üzere her şeyin birbirine ne kadar bağlı olduğunu düşünmeden edemedim. Dünya üzerindeki en sert iklimlerden birinde yaşamın dayanıklılığına güzel ve beklenmedik bir bakıştı.

Fes’e doğru yolumuza devam ederken, yol boyunca yürüyen insanlar gördüm. Bunlar sıradan köylüler değildi. Şoförümüz açıkladı: “Bunlar mülteciler. Kuzey’e, yani Avrupa’ya gidiyorlar. Orta Afrika’dan geliyorlar. Ülkelerinde büyük bir kuraklık var. İş ve aş umuduyla ülkelerini terk ediyorlar.”

Bu tanık olduğum iklim nedeniyle göç eden ilk insanlardı. Hayatta kalmak ve geride kalanlara da umut kapısı olmak için meçhul bir geleceğe doğru göç ediyorlardı. Hem de hiç bilmedikleri bir diyara. Akdeniz’in onlar için büyük bir mezar olacağından bihaber, denize ve denizin ötesindeki Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Geçmişte deniz aşıp gelerek ülkelerini işgal eden, halkları köleleştirmiş, yer altı ve yer-üstü kaynaklarını sömürmüş olan Batı’ya bu sefer kendileri gidiyordu.

Afrikalı siyahiler de yaşadıkları yerlerin artık kendilerini besleyemeyeceğini, onlara onurlu bir hayat sunamayacağını görünce, göçten başka çareleri kalmamış; hayatta kalma umudu onları bilinmeyen bir geleceğe doğru yola çıkmaya zorlamış. Fes’e doğru ilerlerken, bir meçhule doğru hareket eden bu insanların görüntüsü zihnime nakşoldu. O gün bugündür göç kaynaklı sorunları anlamaya ve zorluk çeken göçmenlere yardımcı olmaya çalışıyorum.

İnsan Kaynaklı İklim Krizi Göçü Nasıl Tetikler?
İnsan faaliyetleri, Dünya’nın iklim sisteminin ısınmasına büyük ölçüde katkıda bulunarak, çevre üzerinde daha önce görülmemiş değişikliklere yol açıyor. BM Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneline (IPCC) göre, bu ısınma yalnızca doğal iklim değişkenliği ile açıklanamayacak boyutlara ulaşmış durumda. Ne var ki çoğu insan hâlâ hava durumlarındaki değişim ile iklim değişimini karıştırıyor. Bu nedenle BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin tanımı önemli. Buna göre iklim değişikliği, insan kaynaklı atmosfer bileşim değişikliklerinden kaynaklanan ve doğal değişimlerin ötesinde gerçekleşen bir süreç olarak tanımlanıyor.

Bu sürecin etkileri, dünyanın dört bir yanında kendini gösteriyor. Binlerce bilim insanı tarafından hazırlanan IPCC raporlarına göre, okyanuslarda asitlenme, buz tabakalarında erime, deniz seviyelerinde yükselme ve daha sık meydana gelen fırtına dalgaları gibi etkiler, gezegenimizin dengesini sarsıyor. Sıcak hava dalgaları, kuraklıklar, seller ve orman yangınları gibi aşırı hava olaylarının sayısı ve şiddeti de hızla artıyor.

Örneğin, kuraklık tarımsal verimliliği azaltıyor, gıda güvenliğini tehlikeye atıyor. Bir yandan hayvancılığı mahvederken, diğer yandan yükselen denizler ve asitleşme mahsullere zarar veriyor. Su kaynaklarını kirletiyor ve bölgeleri giderek daha yaşanmaz hâle getiriyor. Amerikalı coğrafyacı Ellen Churchill Semple, verimli topraklar ve daha ılıman bir iklim arayışı gibi çevre şartlarının, kişinin eski yaşam alanını terk ederek farklı ortamlara göçü nasıl teşvik ettiğini vurgular. Bu da doğal olarak insanları daha yaşanabilir yerlere doğru harekete geçiriyor. Buna çevre ve iklim kaynaklı göç diyoruz.

İklim değişikliğinin yıkıcı etkileri her toplumu etkilese de bu etkiler herkese aynı oranda yansımıyor. Özellikle yoksulluk, kaynak kıtlığı ve marjinalleşme gibi güvencesiz koşullarla mücadele eden topluluklar, bu değişikliklerden en ağır darbeyi alıyor. Hassas gruplar, sınırlı hazırlık ve dayanıklılık kaynakları nedeniyle afetlere karşı daha kırılgan durumda. Bundan dolayı, iklim değişikliği, dünya genelinde siyaseti, ekosistemleri, ekonomileri ve kamu sağlığını etkileyen belirleyici bir sorun olmaya devam ediyor. Rekor seviyeleri gören hava sıcaklıkları, sıklığı ve kapsamı artan orman yangınları, kasırgalar ve sellerin damgasını vurduğu son iklim modelleri herkesi etkilemeye devam ediyor. Hiçbir ülke dünyanın öbür ucunda meydana gelen bir iklim felaketinin sonuçlarından bağımsız değil.

İklim Göçünü Ortaya Çıkaran Faktörler: Güney Asya Ülkelerine Bakış
İnsanların doğup büyüdükleri ve “evim/vatanım/memleketim” dedikleri toprakları terk etmelerinin siyasi, demografik, ekonomik ve sosyal faktörleri de var. İklim ve çevreyle ilgili faktörlerin başında ise tehlikelere maruz kalma ve arazi verimliliği, gıda, enerji, su güvenliği ve genel olarak yaşanabilirlik gibi ekosistem hizmetlerine erişim yer alıyor.
İklim değişikliği, bu ve benzeri risk ve tehlikelere maruziyeti arttırıyor. Ekosistemleri bozarak ve yaşanabilirliği azaltarak bu çevresel zorlukları yoğunlaştırıyor ve hayatı yaşanamaz hâle getiriyor. Ayrıca, iklim değişikliği dolaylı olarak diğer göç faktörlerini de etkiliyor. Örneğin, geçim kaynakları, ücretler ve pazarlar üzerindeki etkileri yoluyla ekonomik etmenleri; artan kaynak kıtlığı ve yönetişim zorlukları yoluyla siyasi etmenleri ve topluluk yapılarını ve gerilimleri etkileyerek sosyal etmenleri etkileyebilir. Bu karmaşık etkileşim nedeniyle iklim değişikliği genellikle bir “tehdit çarpanı” olarak tanımlanıyor. Bundan dolayı, iklim göçünü doğru anlamak ve etkin politikalar oluşturabilmek için çok boyutlu yaklaşımlara ihtiyaç var.

Güney Asya’daki iklimle bağlantılı büyük sel felaketleri, bölgedeki ve dünya genelindeki iklim göçünü derinden etkilediği için iyi bir örnek. Son yıllarda Hindistan, Bangladeş, Pakistan ve Nepal gibi ülkeler, şiddetli yağmurların yol açtığı seller nedeniyle büyük insani ve çevre krizleriyle karşı karşıya kaldı. Bu doğal felaketler milyonlarca insanın yaşamını doğrudan etkiledi ve kitlesel göçlere neden oldu.

Pakistan, son yıllarda peş peşe tarihinin en büyük sel felaketlerini yaşadı. Muson yağmurlarının normalin çok üstünde gerçekleşmesi sonucu, ülkenin üçte biri sular altında kaldı. Bu felaket, birçok kişinin ölümüne neden olurken, yaklaşık 50 milyon insanı etkiledi ve milyonlarca insanı yerinden etti. Özellikle Sindh ve Belucistan eyaletleri büyük zarar gördü, tarım arazileri tamamen yok oldu. Halk, su ve gıda kıtlığıyla mücadele etmek zorunda kaldı. Bu olay, iç göçlerin yanı sıra, iklim göçmenlerinin başka ülkelere yönelmesine de neden oldu.

Pakistan’daki sellerin gösterdiği diğer bir boyut ise iktidar ve güç oyunlarına odaklanan siyasetin, böyle bir felaket öncesinde vatandaşlarını uyarmak için erken uyarı sistemlerini bile kurmaması ve bunun da can ve mal kaybında etkili olmasıydı. Birçok İslam ülkesinde sık sık yapıldığı gibi, tüm sorumluluk “kadere” bırakıldı. Asıl görevleri toplumsal, siyasi, ekonomik ve ekolojik sorunları tüm boyutlarıyla anlamak ve alternatif çözümler üretmek olan üniversiteler ile karar verici mevkiinde olanların olan-bitenden hiçbir sorumluluk almamaları ibret vericidir.
Pakistan’da yaşanan sel felaketi, Güney Asya’daki diğer ülkelerde de görüldü. Sonuçlar benzerdi: Tıpkı yıllar önce Fas’ta tanık olduğum gibi, umut dışında her şeylerini kaybeden insanlar, öncelikle büyük şehirlere, sonrasında ise başka ülkelere yöneliyorlar.

Sömürgeciliğin Mirası: Modern Göç Sorunlarının Tarihsel Köklerini Anlamak
Malcolm X, Amerika’daki ırkçı politikaları “Ne ekersen onu biçersin.” sözüyle eleştirmiş; bir süre sonra bu şiddet sarmalında dönemin ABD Başkanı Kennedy bir saldırı sonucu hayatını kaybetmişti. Günümüzde güneyden kuzeye, eski sömürge başkentlerine doğru oluşan mülteci akınını düşündüğümüzde, bu krizin sömürgeciliğin mirasıyla karmaşık bir bağı olduğunu görürüz. Eski sömürgeci ülkeler, kaynakları sömürme, doğayı tahrip etme ve yerli halkların yaşama biçimlerine saygısızlık güdüsüyle hareket ederek, birçok bölgede çevresel bozulmanın temelini atmışlardı.
Sömürge yönetimleri, kendi kalkınmaları ve medenileştirme adına yerli toplulukların yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koyarak ve tek kültürlü tarımı dayatarak yerel halkların hayatını altüst etti. Bu durum, çevrenin bozulmasına, toprağın tükenmesine ve şu anda iklim değişikliğinin etkilerine dayanmakta zorlanan kırılgan ekosistemlere yol açtı. Pek çok bölgede sömürgeciler, sürdürülebilir tarım uygulamalarını ihracat odaklı monokültürlerle değiştirerek biyoçeşitliliğin azalmasına, toprak kalitesinin düşmesine ve iklim kaynaklı kuraklıklara, sellere ve gıda kıtlığına karşı daha kırılgan olunmasına neden oldular. Ayrıca, sömürgeciler kamu altyapısına asgari düzeyde yatırım yapmış, bu da birçok bölgede yetersiz sağlık hizmetleri, eğitim ve dayanıksız konutlar bırakmıştır.

Sosyal ve Siyasi Olarak Sömürgeleştirmenin Etkileri
Sömürgeleştirme, sosyal ve siyasi anlamda, keyfi sınırlar ve yabancı yönetim yapıları dayatmış; genellikle farklı etnik ve kültürel grupları bir arada yaşamaya zorlayarak gerilimler oluşturmuş ve toplumları parçalamıştır. Sömürge sistemleri, yerel yönetişimin altını oymuş ve sürdürülebilir kaynak yönetimini sekteye uğratarak dayanıklılık için gerekli olan yerel bilgiyi yok etmiştir.
Sömürgeciler, yalnızca kaynakları çalmakla kalmamış, aynı zamanda pek çok ülkeyi zayıf altyapılarla, daha az direnç kaynağıyla ve iklim değişikliklerine uyum sağlama noktasında savunmasız sosyal yapılarla baş başa bırakmışlardır. Sömürge mirasının en tipik örneği olarak Hindistan üzerindeki sömürge baskısının ekonomik boyutlarına bakmak yeterlidir. Hintli ünlü ekonomist Utsa Patnaik, Columbia Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan “Yoksulluk Meselesini Yeniden Keşfetmek” kitabında, iki yüzyıllık vergi ve ticaret kayıtlarına dayanarak, İngiltere’nin 1765-1938 yılları arasında Hindistan’daki sömürüsünün yaklaşık 45 trilyon dolara tekabül ettiğini hesaplamıştır. Patnaik’in bu çarpıcı bulguları, İngiltere’nin Hindistan’da bıraktığı ekonomik ve insani tahribatın boyutlarını yeniden gündeme taşımaktadır.

“Kuzeye Göç Mevsimi”
Bir diğer anlamlı örnek olarak Sudan’a bakılabilir. Sudan, Afrika’daki sömürge geçmişinin en önemli örneklerinden biridir. Sudanlı ünlü yazar Tayyip Salih, “Kuzeye Göç Mevsimi” romanında sömürge mirası ve bu mirasın hâlen süren etkilerini ele alır. Romanı okurken Salih’in Nil Nehri kenarındaki pamuk tarlası, âdeta çocukluğuma dair hatıraları canlandırmıştı. Kuzeye Göç Mevsimi‘nin ele aldığı temel tarihî olay, 1899-1956 yılları arasında süren Sudan’daki İngiliz-Mısır sömürgeciliğidir.

İngilizler Sudan’ı 1882’de ele geçirmiş ve o dönemden itibaren Mısırlılarla birlikte yönetmişti. Mısırlılar sadece sözde yöneticilerdi; gerçek güç İngilizlerin elindeydi. İngilizler bölgeye kendi kanunlarını dayattılar, eğitim sistemini dönüştürdüler. Sudan’ın geniş tarımsal ve diğer kaynaklarından faydalanmak için siyasi güçlerini kullandılar ve böylece bu süreçte kendilerini zenginleştirdiler. Sudan’daki İngiliz-Mısır sömürgeciliği, Afrika kıtasının her yerinde sömürgeciliğin yaptığı gibi, büyük siyasi, kültürel ve ekonomik çalkantılara yol açtı. Sudanlılar, doğal bir halk olarak kendi hayatları ve kaderleri üzerinde çok az kontrole sahipti.

Bu nedenle Salih’in romanı, Sudan ve İngiltere arasındaki sömürgeci karşılaşmayı çerçeveleyen şiddeti ele alıyor. Romanın kahramanı Mustafa Said, İngiliz sömürgeciliğinin “medenileştirme misyonu” adına kendisine ve halkına uygulanan şiddetin bedelini ödemeye çalışır.

Sömürgeci mirasın başka birçok örneği verilebilir. Batılı ülkeler samimi olarak iklim kaynaklı mülteci krizine çözüm bulmak istiyorlarsa, öncelikle kolonyal geçmişleriyle hesaplaşmalı ve tarihî sorumluluklarını kabul etmeliler. Adalete dayalı bir yüzleşme olmadan, geçmişin zararları yalnızca daha fazla yerinden edilmeye yol açacak ve derinleşen eşitsizlikler gün yüzüne çıkmaya devam edecek.

İklim Adaleti
Diğer önemli bir konu ise iklim adaleti. İklim değişikliğinden en az sorumlu olanlar arasında yer alan eski sömürgeler, iklim değişikliğinin en kötü etkilerinden bazılarına daha fazla maruz kalıyor. Sömürgeci politikalarla refah edinmiş ve sanayileşmiş ülkeler, tarihsel olarak en büyük sera gazı yayıcıları olmaya devam ediyor. İklim adaptasyonuna yatırım yapmak için daha donanımlı durumdalar ve savunmasız uluslar için adaptasyonu finanse etme konusunda isteksizler.

Özellikle eski sömürgeci güçler, iklim mültecilerini iltica yasaları kapsamında tanımakta tereddüt ediyor, bu da iklim etkileri nedeniyle yerinden edilenlerin güvencesizliğini artırıyor. Göç ve uyum yardımına olan ihtiyacın uluslararası düzeyde tanınması sınırlı ve eski sömürgelerde iklim dayanıklılığı ve yerinden edilme yardımı için fon sağlayan iklim tazminatı çağrıları genellikle dirençle karşılaşıyor.

İklim politikasında sömürgeleştirme mirasının ele alınması, iklim adaletine, eşitlikçi göç politikalarına ve yerli bilgisinin yeniden canlandırılmasına bağlılık gerektiriyor. Yerel yönetişim ve sürdürülebilir uygulamaların iklim adaptasyon çabalarına dâhil edilmesi, kökleri sömürge tarihine dayanan iklim değişikliğinin etkilerinden orantısız bir şekilde etkilenen topluluklar için dayanıklı gelecekler inşa etmek açısından elzem.

Ulus Devlet Realitesi Karşısında Bütüncül Yaklaşım İhtiyacı

Daha önce de belirtildiği gibi, çok boyutlu iklim olaylarını ve bunun sebep olduğu “çarpan temelli” etkilerini anlamak için bütüncül yaklaşımlara ihtiyacımız var. “Ulus devlet”in çıkarlarını ve egemenliğini tek öncelik olarak gören popülist bir mantıkla bu sorunları çözemeyiz. Öncelikle insanlık onurundan (eşref-i mahlukat) hareketle merhamet ve şefkat temelli yaklaşımlara ihtiyacımız var. Dünyada felaketzedelere kucak açan ve onlara yardımcı olmaya çalışan insanlara ve kesimlere baktığımızda hepsinin ortak değerlerinin benzer olması şaşırtıcı değil. Bundan dolayı göçlerin sosyal ve ekonomik etkilerinin azaltılması için çok yönlü, bütüncül ve yeni yaklaşımlar gerekiyor.

Öncelikle, savunmasız bölgelerde dayanıklı altyapıların inşa edilmesi kritik bir öncelik olmalı. Hükümetler, sel ve kuraklığa dayanıklı evler, tarım sistemleri ve sanitasyon altyapısına yatırım yaparak toplulukların afetlere karşı direncini artırabilir. Ayrıca, erken uyarı sistemlerinin kurulması, toplulukların acil durumlara daha hızlı cevap vermesini sağlayarak can ve mal kayıplarını azaltabilir.

Yerinden edilmiş kişilerin geçim kaynaklarını yeniden inşa edebilmeleri için istihdam programları, mesleki eğitim ve kredi imkânları sunulmalı. Eğitim ve hayat becerileri kazandırma, uzun vadeli dayanıklılığı artıran bir unsur olarak öne çıkar ve özellikle gençlerin gelecekteki iş imkânlarını genişletir.

Göç alan -ev sahibi- ülkelerde sosyal uyumun desteklenmesi önemlidir. Ayrımcılık ve damgalamanın önüne geçmek için diyalog odaklı projeler geliştirilerek, yerinden edilmiş nüfus ve yerel topluluklar arasındaki ilişkiler güçlendirilmelidir. Ayrıca, konut ve sağlık gibi temel kaynaklara adil ve eşit erişim sağlanarak gerginliklerin önüne geçilebilir.

İklim kaynaklı göçlerin yoğun olarak yaşandığı bölgelerde daha güçlü finansal mekanizmalar sağlanmalı. Zengin ülkeler ve uluslararası kuruluşlar, çevrecilerin sık sık vurguladığı ve talep ettikleri iklim finansmanına daha fazla katkıda bulunarak hem uyum hem de azaltım süreçlerine destek olabilirler. Ayrıca, göç eğilimleri ve iklim etkilerini izlemek için gelişmiş veri toplama ve analiz sistemlerine yatırım yapılmalıdır. Sürdürülebilir tarım uygulamaları ile kuraklık veya sel riskini azaltacak tekniklerin uygulanması, toplulukların kendi kendine yeter hâle gelmesine katkı sağlayabilir.